AKP iktidarına yöneltilen en haklı ve büyük eleştirilerin başında ötekileştirme politikaları geliyor. Sonu “düşman” ilan etmeye varan bu tutuma gösterilen tepkiler haklı olmakla birlikte, çözüm önerileri noktasında iyi düşünmemiz gerekiyor. Sormamız gereke bazı sorular var. AKP’li yıllarda tümüyle görünür olan bu kutuplaşma hali, yirmi yıllık bir yönetim anlayışının ürünü müydü? Yüzlerce yıldır aynı topraklarda yaşayan bir halk, yirmi yıllık politikalar üzerinden büyük bir ayrışma mı yaşadı? Cevap evet olsaydı işimiz çok daha kolay olabilirdi ama ne yazık ki böyle değil.
AKP’nin ötekileştirme politikalarına karşı çıkan yurttaşlardan zaman zaman şu minvale serzenişler duyarız; “Önceden kimsenin ırkını, mezhebini bilmezdik. Şimdi herkesi bir şekilde sınıflandırıyorlar.” İşte yıllarca bize öğretilen bu sahte “birliktelik” hali uğruna, insanların kimliklerinin adeta halının altına süpürülmesi yüzünden yaşıyoruz tüm bu sıkıntıları.
Gelin ülkemize şöyle biraz uzaktan bakalım. Resmi dilimiz Türklerin ana dili olan Türkçe, resmi dinimiz yok ancak Diyanet İşleri Başkanlığımız var. Ülke çapındaki tüm camiler bu kurum bünyesinde faaliyet gösteriyor, imamlar burada yetiştiriliyor, verilen vaazlar bile kurum merkezinde hazırlanıp ülke genelinde okutuluyor. Yapılan tüm dini faaliyetlerde bu kurumun tekelinde sünni esaslar temel alınıyor. Okullardaki tarih derslerinde, ülkenin ve yurttaşların tarihine ilişkin anlatım Türk tarihi üzerinden yapılıyor. Çok değil birkaç yıl öncesine kadar pek çok insan, başörtülü kadın öğrencilerin üniversitelere başörtüsü ile girmesinin devletin anayasal düzenini tehdit ettiğine inanıyordu. Bu anlatım genişletilebilir ancak sonuç değişmeyecektir. 85 milyon nüfusa ulaşmış bir ülkede yaşıyoruz ve mevcut ülke düzeni tüm yurttaşların Türk, Müslüman, Sünni ve seküler yaşam biçimine sahip olduğu kabulü üzerine kurulmuş bir sistematiğe sahip. İşte o çokça söylenen “insanların komşularının bile mezhebini, ırkını bilmediği yıllar” meselesi, bu sistematiğin bir sonucudur. Yurttaşların bu sistematiğe uyumlu olan kısmının “ötekilerden” haberi yoktu. Zira “ötekiler” uyumsuzluklarını bir sır gibi saklamak zorundaydı.
İşte yıllara sirayet eden bu sistematik yok sayma hali, insanlarda kimlikleri ve hakları için örgütlü mücadele etme motivasyonunu doğurdu. İnsanlar sivil toplumun ve siyasetin tüm imkanlarını kullanarak seslerini duyurmaya ve yok sayıldıklarını, ötekileştirildiklerini anlatmaya başladılar. Bu mücadele yalnızca kimlikleri değil, aynı zamanda bu kimliklerin neden yıllarca gizlendiğini de ortaya çıkardı. En haklı, insani talepleri bile sisteme isyan olarak tanımlandı. Haksız tutuklamalardan, faili meçhul cinayetlere kadar akla gelebilecek cezalandırma aparatlarının tümü, biz de varız diyen “ötekiler” üzerinde acımasızca kullanıldı.
Peki AKP ne yaptı? AKP’nin ötekileştirme politikalarına baktığımızda ise, yıllara sirayet eden ötekileştirme argümanlarının, sadece muhalifler üzerinde kullandığı özgün bir ötekileştirme pratiği geliştirdiklerini görüyoruz. Örneğin Hüda-Par ile ittifak yapıp Kemal Kılıçdaroğlu’na oy veren Kürtleri “bölücü” ilan edebiliyorlar. Kendilerini destekleyen cemaatleri el üstünde tutup, Alparslan Kuytul gibi isimleri cezalandırıyorlar. Alevilerin AKP’yi destekleyenleri kardeş ilan edilirken, muhalifleri “afedersiniz alevi” oluveriyor. Hemen her gün bir hakaretle karşılaşan muhalifler, kimlikleri üzerinden ötekileştirildiklerini söylediklerinde ise iktidar cenahından o bilindik yanıtlar geliyor; “bizim de Kürt arkadaşlarımız var” “Alevi açılımını biz yaptık” ve daha pek çok bahane…Tüm bu bahaneler AKP’nin yıllardan beri devam eden ötekileştirme politikalarının mirasını sırtlandığı gerçeğini ise değiştirmiyor.
Kemal Kılıçdaroğlu ve millet ittifakı, bu ötekileştirme politikalarına karşı devrim niteliğinde bir çıkış yaptı. Bu çıkış tüm kimliklerin açıkça ifade edilerek gerçek bir birliktelik çağrısı yapılması üzerine kurulmuş gibi görünüyor. “Kürtler” “Alevi” “Sünni” başlıklarıyla yayımlanan videolarda verilen mesaj net; “kimliklerinizi saklamayın, yok etmeyin, birbirimizi tanıyarak aynı yolda yürüyelim”.
Kılıçdaroğlu ve dostlarının sunduğu çözüm önerisinin haklılığını yurttaşların verdiği tepkilerden rahatlıkla anlayabiliriz. Kılıçdaroğlu’nun “Alevi” videosunun altındaki yorumlara şöyle bir göz atalım. Yorumlar iki başlık altında sınıflandırılabilir; alevi yurttaşların yaşadıkları ayrımcılığa ilişkin anlatımları ve alevi olmayan yurttaşların “sünniyiz ve biz de haksızlığa uğruyoruz, biz de refah içinde yaşayamıyoruz” serzenişleri. Bu yazılanların hepsi ülkemizin gerçekliğidir. Zira, her kesimden insana ait bu serzenişler, gerçek bir özgürlük ve birlikteliğin sağlanamadığının kanıtıdır.
Artık anlatılması ve anlaşılması gereken şudur; milyonlarca insanın belirli nedenlerle öteki sayıldığı bir ülkede, hiç kimsenin hukuku güvence altında olamaz. Böyle bir hukuksuzluk düzeninde, refahtan, kalkınmadan ve özgürlükten bahsedilemez. Bu yüzden hem “ötekiler” hem de sisteme “uyumlular” mutsuz. Ötekiler “öteki” olmanın yarattığı orunlarla boğuşurken, “uyumlular” sadece kendi kimlikleri esas alınarak kurulan düzenin bedelini ödüyorlar. İşte Kemal Kılıçdaroğlu’nun çıkışı bu nedenle çok önemli. Artık herkesin yaşadığı mutsuzluğun kaynağının “öteki” olana yaşatılanların bir bedeli olduğunu görmesi gerekiyor. Birlikte daha mutlu bir yaşam kurabilmek için aynı olmak ya da aynıymış gibi davranmak zorunda değiliz. Yapmamız gereken tek şey, kendimize ait olan ya da olmayan tüm kimliklere özgürlük sağlayan bir düzen kurabilmektir.
Gizay DULKADİR