1949 yılında, altı yıl süren İkinci Dünya Savaşında büyük bir insani yıkım yaşayan, soykırımlara tanık olan Avrupa ülkeleri, bu vahşetin bir daha yaşanmaması için bir kısım önlemler almaları gerektiğine karar vermiştir. Bu amaçla 5 Mayıs 1949’da bir araya gelen 10 Avrupa ülkesi, Belçika, Danimarka, Fransa, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İsveç, İtalya, Lüksemburg ve Norveç Avrupa Konseyi’ni kuran anlaşmayı imzalamışlardır. Aynı yılın ağustos ayında Türkiye ve Yunanistan Avrupa Konseyi’ne kurucu üye sıfatıyla katılmışlardır.[1]
Avrupa Konseyinin kuruluş amacı, Avrupalıların yaşadıkları topraklarda hukukun üstünlüğü, insan hakları ve demokrasiyi tam ve vazgeçilemez, askıya alınamaz bir hale getirme idealidir. Zira Avrupalılar, yakın geçmişte yaşadıkları savaşın yarattığı insanlık trajedisinden ders almış, savaşın yerini iş birliği ve barışın alması gerektiğini tecrübe ederek öğrenmişlerdir.
Türkiye, İkinci Dünya Savaşına katılmamış olsa da Avrupa’da yaşanan vahşet ve yıkıma yakın tanıklığı ile anlaşmayı dört ay gibi kısa bir süre içinde, kurucu üye sıfatıyla imzalamıştır. O günden beri Avrupalı devletler, bilhassa kendi topraklarında demokrasi ve insan hakları adına büyük bir ilerleme kaydetmiş, ne yazık ki Türkiye’de bu ilerleme aynı hızla olmamıştır. Gelinen aşamada Avrupalı devletlerin, ülkeleri dışında yaşanan ve bilhassa kendilerine benzemeyen insanların mağduru olduğu hak ihlallerine yönelik tavrı, pek çok haklı eleştirinin doğmasına neden olsa da kendi topraklarında özgür ve mutlu bir yaşam kurmayı başardıklarını söylemek yanlış olmayacaktır.
Avrupa Konseyi faaliyetlerini Bakanlar Komitesi, Parlamenterler Meclisi, Avrupa Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, İnsan Hakları Komiseri, Sivil Toplum Kuruluşları Konferansı, Genel Sekreter ve Sekretarya gibi bağımsız organ ve kişiler aracılığıyla yerine getirmektedir.[2]
Bu organlar arasında son yıllarda ülkemiz için en çok mesaiyi, hiç şüphesiz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi harcamaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 1959 yılında kuruldu.[3] Türkiye, 1987 yılında bireysel başvuru hakkını, 1990 yılında ise mahkemenin zorunlu yargı yetkisini kabul etti. Bugün, Adalet Bakanlığı İnsan Hakları Dairesi Başkanlığının resmi internet sitesinde, Mahkemenin verdiği ihlal kararlarının icrasına ilişkin şu bilgilendirme yer almaktadır; “Bilindiği gibi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) yaptığı yargılamaların dayanağı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’dir (AİHS). AİHM kararlarının icra edilmesine AİHS’nin 46. maddesinde, (dostane çözüm kararlarının icrası için 39/4 fıkrası) yer verilmiştir. Bu maddeye göre taraf devletler AİHM’in verdiği kararlara uymayı taahhüt ederler (1. fıkra) ve AİHM kararlarının taraf devletlerce uygulanması Avrupa Konseyi (AK) Bakanlar Komitesi adına Delegeler Komitesi tarafından denetlenir.”[4]
Her ne kadar, Adalet Bakanlığı İnsan Hakları Dairesi Başkanlığının resmi internet sitesinde bu ifadeler yer alıyor olsa da özellikle 15 Temmuz sonrasında OHAL döneminde yaşananlara ilişkin verilen bir kısım AİHM kararları, Türkiye tarafından uygulanmamıştır. Bu kararların başında Kavala ve Demirtaş kararları geliyor. Bununla birlikte 15 Temmuz sonrasında Türkiye’den Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılan başvurularda, Mahkeme tarihinde görülmemiş bir yoğunluk yaşanmaya başlamış, öyle ki Türkiye başvuru sayısı, mahkemede yarattığı iş yoğunluğu ve verilen ihlal kararları oranı ile Avrupa’da zirveye ulaşmıştır.
Mahkeme her yılın başında olduğu gibi 25 Ocak’ta, 2023 yılına ilişkin istatistikleri yayımladı. Buna göre Türkiye, 23 bin 400 başvuru sayısı ile aleyhine başvuru yapılan birinci ülke oldu. 2023 sonu itibariyle Türkiye aleyhine yapılan 68 bin 450 başvuru, karar verilmek üzere mahkeme önünde beklemektedir. Mahkeme, Türkiye hakkında verdiği her 78 kararın 72’sinde başvurucuların Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde mevcut haklarının bir ya da birkaçının ihlal edildiğini tespit etmiştir. Daha anlaşılır bir anlatımla mahkeme, incelediği her 78 başvurunun 72’sinde Türkiye’nin, tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı davrandığına karar vermiştir.
Gerek Cumhuriyetin ve gerekse mahkemenin tarihinde görülmemiş bu başvuru ve ihlal oranlarını, zaten açık olan tabloyu gözler önüne sermektedir. Öyle ki, Türkiye’de mevcut durumun, bir “hukuksuzluk” halinin ötesinde “hukuksuzlukta ısrar” hali olduğu anlaşılmaktadır.
Bu “hukuksuzlukta ısrar” halinin en ağır sonuçlarından biri hiç şüphesiz 26 Eylül 2023’te, Büyük Daire tarafından açıklanan Yalçınkaya v. Türkiye kararı olmuştur. Bu kararın Türkiye adına, “ödenmiş ağır bir bedel” olmasının iki ana nedeni var. Bunlardan ilki hiç şüphesiz kararda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 7. Maddesinin ihlal edildiğine hükmedilmiş olmasıdır. Sözleşmenin 7. Maddesi şu şekilde; “Hiç kimse, işlendiği zaman ulusal veya uluslararası hukuka göre suç oluşturmayan bir eylem veya ihmalden dolayı suçlu bulunamaz.”
Bir hukuk devleti olmanın ötesinde, dünyada kabul gören, ciddiye alınan, medeni bir ülke olmanın öncelikli şartlarından biri, ülkeniz yargısı tarafından cezalandırma gerekçesi haline getirilen eylemlerin, önceden belirlenmiş olmasıdır. Bu basitçe medeni dünyada kabul edilebilecek türden bir yargı sistemin olduğuna dair ilk işarettir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine taraf ülkeler, 7. Madde ile bu ilk işarete, en azından başlangıç seviyesi diyebileceğimiz türden bir hukuk düzenine sahip olduklarını taahhüt ederler. Sözleşmeye taraf Avrupa ülkelerinin, köklü geçmişleri ve yargı düzenleri birlikte değerlendirildiğinde, bu taahhütte bulunmaktan çekinmeyecekleri aşikardır. Örneğin Türkiye’yi ele alacak olursak, yüz yıllık bir cumhuriyetin, kanunlarında hangi eylemlerin suç olarak tanımlandığının anlaşılır olduğu yönünde bir iddiada bulunmasının, gayet sıradan olduğunu düşünebiliriz. Buna rağmen, 2023 yılında mahkemenin Türkiye’nin 7. Maddeyi ihlal ettiği yönünde bir karar vermiş olması “hukuksuzlukta ısrar” politikasının bir sonucudur.
Kararın ikinci önemli noktası ise, özü itibariyle 100 binden fazla dosyayı etkileyecek nitelikte olmasıdır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Dairesi, Yalçınkaya dosyasını “leading case” yani öncü, benzer dosyalara örnek nitelikte olarak tanımlamış ve kararda mahkeme huzurunda benzer nitelikte 8.500 başvuru olduğunu vurgulamıştır. Bu durum, mahkemenin benzer nitelikte yapılacak tüm başvurularda (ByLock kullanma iddiası, Bank Asya’ya para yatırma ve KHK’lar ile kapatılan dernek ve sendikalara üye olma) hak ihlali kararı vereceği anlamına gelmektedir.
Nitekim Yalçınkaya kararı akabinde mahkeme, Türkiye hakkında pek çok hak ihlali kararı vermiş ve başvuruları gruplandırarak hükümete tebliğ etmeye yani Türkiye’nin başvurular hakkındaki savunmasını almaya başlamıştır. 26 Eylül’den günümüze kadar geçen yaklaşık altı aylık süreçte Türkiye hakkındaki 41 farklı dosyada yüzlerce başvurucuya toplam 1.740.092 Euro tazminat ödenmesine karar verilmiştir. Yine bu süreçte 60 grup başvuru, savunmalarını yapmak üzere hükümete tebliğ edilmiştir. Bu dosyalardaki başvurucu sayısı ise en az 1136’dır.
Bu korkunç tablo esasen “hukuksuzlukta ısrar” politikasının bedelini hepimizin ödediğini göstermektedir. Bu kadar çok hak ihlali kararı alan bir ülkede, hiçbir yurttaşın hukuk güvenliğinin olmadığı da aşikardır. Bununla birlikte ihlal kararlarının doğrudan ve dolaylı ekonomik yükü de tüm yurttaşlar tarafından üstlenilmektedir.
Tüm bu korkunç tabloyu düzeltmenin tek bir yolu var; kesin ve tavizsiz şekilde hukuka dönüş. Ne yazık ki hukuksuzluk, sınırı olan bir olgu değildir. Bir irade, hukuksuzluğu ortadan kaldırmadığı müddetçe artarak devam edecek ve sistematik bir hal alacaktır. Hiç şüphesiz ki bu iradenin sahibi yurttaştır. Kendi haklarını güvence altına alamayan yurttaş, bugün ödediği vergilerle, yarın başına gelecek hukuk garabetini finanse etmektedir.
Geldiğimiz aşamada hala bu girdaptan çıkmak için fırsatımız var. Bu yoldaki başlangıç noktasını, “hukuksuzlukta ısrar” neticesinde ödenen ağır bedelin sembol ismi olan Yüksel Yalçınkaya davası oluşturabilir. Yalçınkaya’nın, hakkında verilen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Dairesi kararı gereğince yeniden yargılanma süreci 2 Nisan günü Kayseri’de başladı. Bu yargılama kapsamında verilecek karar, yazılacak gerekçe, Türkiye’nin insan hakları yolculuğunda bir dönüm noktasını oluşturacaktır. Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesi heyetinin vereceği karar milyonlarca insanın hukuk güvenliği ya yok edecek ya da yeniden tesis edecektir. En nihayetinde ise şu sorunun cevabı ortaya çıkacaktır; Strazburg da hakimler var ama Kayseri’de de hakimler var mı?
Av. Gizay DULKADİR
[1]https://www5.tbmm.gov.tr/ul_kom/akpm/genel_bilgi.htm#:~:text=Bu%20ortamda%2C%205%20May%C4%B1s%201949,ne%20kurucu%20%C3%BCye%20s%C4%B1fat%C4%B1yla%20kat%C4%B1lm%C4%B1%C5%9Flard%C4%B1r.
[2] https://diabgm.adalet.gov.tr/Home/SayfaDetay/avrupa-konseyine-genel-bir-bakis27022020030011
[3] Bundan sonra “mahkeme” olarak anılacaktır.
[4] https://inhak.adalet.gov.tr/Home/SayfaDetay/aihm-kararlarinin-icrasi10122019111749