İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’Nİ YAŞATALIM Kİ

Tarih 24 Kasım 2011… Yer Türkiye Büyük Millet Meclisi… Saat gece yarısına yaklaşmasına rağmen
vekiller bu yoğun mesaiden son derece memnun. Mecliste, tarihte eşine pek rastlanılmamış bir uyum
içerisinde, vekillerin birbirlerine övgüleriyle dolu konuşmaları arasında bir oylama yapılıyor.
Öyle ki, Genel kurul görüşmelerinde CHP grubu adına söz alan Gülsün Bilgehan “Ben çok büyük bir
memnuniyetle Cumhuriyet Halk Partisi Grubu’nun bu sözleşmenin kabulü yönünde oy kullanacağını
belirtiyorum ve hepinize iyi akşamlar diliyorum.” derken BDP grubu adına Pervin Buldan “Bu gece
yarısı böylesi önemli bir konuyu kanunlaştırdığımız için özellikle emeği geçen herkese teşekkür etmek
istiyorum, başta Bakanımız Sayın Fatma Şahin olmak üzere ve parlamentoda bulunan siyasi partilerin
gruplarına bir kez daha teşekkür ediyorum.” diyerek memnuniyetini en açık şekilde ifade ediyor.
MHP grubu adına Mehmet Şandır ise “Gerçekten, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin böyle ortak
öznelerde uzlaşma örnekleri ortaya koymaya ihtiyacının olduğu bir süreçten geçiyoruz. Böyle bir
kanun tasarısını gündeme getirdikleri için Sayın Canikli’ye de (Nurettin Canikli) teşekkür ediyorum.”
Derken AKP grubu adına Nurettin Canikli “Ben öncelikle şu saatte ortaya çıkan bu güzel ve uzlaşma
tablosundan dolayı son derece memnun olduğumu ifade etmek istiyorum ve bu vesileyle bütün
arkadaşlara, bütün gruplara, emeği geçen herkese şükranlarımı arz ediyorum.” diyerek birlik ve
beraberlik tablosundan duyduğu mutluluğu en açık şekilde dile getiriyor. Bu huzur dolu meclis
oturumu saat 23.16’da oturuma başkanlık eden Meclis Başkan vekili Sadık Yakut’un şu cümleleri ile
son buluyor; “Sayın milletvekilleri, Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve
Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesinin Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna
Dair Kanun Tasarısı açık oylama sonucu: Kabul: 246 Çekimser:1. Tasarı kabul edilmiş ve
kanunlaşmıştır. Hayırlı olsun.”
Yukarıda anlatılan 2011 yılına ait meclis görüşmelerini içeren kısa kesit, 18 yıldır devam eden AKP
iktidarı döneminde, bir uçtan diğer uca savrulan ideolojik zeminin nispeten özgürlükçü, demokrat,
hala Avrupa Birliği hayali kuran yıllarına tekabül ediyor. En azından o yıllarda AKP iktidarının iddiası
buydu. İşte bu iddianın bir sonucu olarak hayatımıza giren İstanbul sözleşmesi, Türkiye Büyük Millet
Meclisi tarafından kabulünden 9 yıl sonra tartışmaya açıldı. Bir zamanlar “büyük başarı”, “hayırlı iş”
olarak görülen sözleşme yuvaları yıkmakla, ahlaksızlığı meşrulaştırmakla anılır hale geldi. Esasen
Türkiye’nin gelinen aşamada yarın devam edip etmeyeceği belli olmayan, ancak günümüz siyasetinde
uygulanan otoriter yönetim anlayışı nedeniyle, geçmişte özgürlükçü ve demokrat olmak adına yapılan
işlerin tartışmaya açılması şaşırtıcı değil. Ancak İstanbul Sözleşmesi kimilerine göre değişen ideolojik
iklimin kimilerine göre ise kötü ekonomik gidişatın gündem değiştirme aracı olarak hala tartışılmakta
ve üzerinde kasıtlı bir dezenformasyon çalışması yapılmakta.

Bu yazıda sözleşme karşıtları tarafından sürekli tekrar edilen yanlışları düzeltmenin faydalı olacağı
kanaatindeyim. Zira bahsi geçen söylemler, düşünüldüğü gibi saf bir cehaletten ya da samimi bir
mağduriyetten değil, baskıcı bir erkek egemen düzenin, İstanbul Sözleşmesi’nden de önce var olan
savunucuları tarafından tabiri caizse fırsattan istifade yürütülen kasıtlı bir karalama kampanyasının
ürünüdür.
Sözleşme metnini bir kez dahi okumamış olanlara verilebilecek en iyi yanıt aslında metnin kendisinde
gizli. Her şeyden evvel bahsi geçen sözleşmenin amacının anlaşılabilmesi için ilk maddenin okunması
yeterli olacaktır. Sözleşmenin birinci maddesine göre amacı; “a. kadınları her türlü şiddete karşı
korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak; b.
kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları
güçlendirmek de dahil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği
yaygınlaştırmak; c. kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara
yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak; d. kadına karşı şiddeti ve
aile içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak; e. Kadına karşı
şiddet ve aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla
kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek
ve yardım sağlamak.”
Birinci maddeden de anlaşılacağı üzere sözleşme dört ana hedefe sahip. Bunlar; kadını ev içi şiddet de
dahil olmak üzere her türlü şiddete karşı korumak, kadına yönelik ayrımcılığı ortadan kaldırmak için
kadınları güçlendirmek ve bu doğrultuda politikalar geliştirmek, şiddet mağduru kadınların korunması
ve etkili soruşturmanın sağlanması için gerekli tedbirleri almak ve bu hedefe uygun politikalar
geliştirmek ile bu hedeflere ulaşılabilmesi için ulusal ve uluslar arası işbirliğini güçlendirmek.
Sözleşmenin en önemli özelliği ise kadınları, hiçbir ayrım ve istisna gözetmeksizin yalnızca kadın
olduğu için yukarıda sayılan şiddet ve ayrımcılıktan koruma hedefi taşımasıdır. Öyle ki, sözleşme
uyarınca Türkiye, şiddet mağduru bir kadının fail ile evlilik ya da aile bağı olup olmadığına
bakmaksızın, mağdur kendi vatandaşı olmasa dahi haklarını korumak için uluslar arası işbirliği de
dahil olmak üzere gerekli tüm yaptırımları uygulamak zorundadır.
Böyle bir hedefe sahip sözleşmeye ısrarla karşı olan güruhun açıklamalarında, sözleşmeye karşı çıkma
gerekçelerinin kadına yönelik şiddet olmadığını hatta şiddete kendilerinin de karşı olduğunu beyan
ettiklerini görmekteyiz. Bu, esasen çok da samimi olmayan beyanlar bir an için doğru kabul
edildiğinde, sözleşme karşıtlarının temel argümanlarının toplumsal cinsiyet eşitliği üzerinde
yoğunlaştığı ve sözleşmede de yer alan bu hedefin cinsiyetsiz bir toplum yaratma amacı güttüğünü, bu
amacın da toplumun dengesi ile ahlak değerlerine aykırı olduğunu iddia ettiklerini görürsünüz.
Toplumsal cinsiyet kavramına ve sözleşmedeki yerine dair hiçbir şey bilmeyenler ya da bilmiyormuş

gibi davrananlar sözleşmeyi bireyleri cinsiyetsizleştirmekle suçlamaktadır. Esasen bu içi boş argüman
geçmişten beri feminist harekete karşı kullanılan vasat ve klişe bir eril söylemden ibarettir.
Öncelikle şu hususun üzerinde önemle durmak gerekir ki, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet aynı anlama
gelen kavramlar değildir. Cinsiyet bir kimsenin doğuştan gelen biyolojik ve fiziksel özelliği iken
toplumsal cinsiyet ise, İstanbul Sözleşmesi’nin üçüncü maddesinde de tanımlandığı gibi “herhangi bir
toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller,
davranışlar, faaliyetler ve özelliklerdir.” İstanbul Sözleşmesi’nde mücadele edilmesi hedeflenen
kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ise “bir kadına karşı, kadın olduğu için
yöneltilen veya kadınları orantısız bir biçimde etkileyen şiddet” olarak tanımlanmıştır.
Toplumsal cinsiyet eşitliği, sözleşme karşıtlarının savunduğunun aksine cinsiyetsizlik değil, bireylerin
kadın ve erkek cinsiyetleri üzerinden kendilerine biçilen toplumsal cinsiyet kurallarından bağımsız
olarak, kişisel özellikleri, yetenek ve becerileri göz önüne alınarak, toplumsal hayatın her alanına eşit
katılım göstermelerini sağlamak anlamına gelmektedir. Örneğin toplumsal cinsiyet eşitliğini
savunanlar, evli ve çocuk sahibi bir erkeğin, yetenekleri ve hayat şartları gereği düzenli gelir getiren
bir işte çalışmak yerine ev içi düzen ve çocuk bakımı ile ilgilenirken bahsi geçen erkeğin eşi kadının
ise gelir getiren bir işte çalışarak ailenin ekonomik ihtiyaçlarını gidermesini olağan karşılarlar.
Toplumsal cinsiyet eşitliğini “cinsiyetsizleştirme” “toplumsal yaşam düzeni ve geleneklerine
başkaldırı” olarak görenler ise, aynı erkeği kendisine toplumsal cinsiyet normları gereği yüklenen
ailenin geçimini sağlama yeteneğinden yoksun, görevlerini yerine getiremeyen bir erkek, kadını ise
annelik vasfını gereği gibi ifa edemeyen bir kadın olarak tanımlarlar. Yalnızca tanımlamakla da
kalmaz, örnekteki ailenin mensupları olan kadın ve erkeği, toplumdaki hiçbir bireye zarar
vermemelerine rağmen, toplumsal düzeni bozmak gibi belirsiz kavramlar üzerinden aşağılamaktan,
zorbalık boyutuna varan yaftalarla rahatsız etmekten de geri durmazlar.
Bu yönüyle toplumsal cinsiyet rolleri, bireyler üzerinde bir takım davranış biçimlerini uygulamak
zorunda kalma baskısını yaratmaktadır. Bu baskıcı tutumla mücadele edilmemesi, beraberinde bu
dayatmalara uyum sağlayamayan bireylerde psikolojik yıkıma ve sosyal hayattan kopuşa yol açtığı
gibi, bireylerin temel hak ve hürriyetlerinin kısıtlanmasına da neden olmaktadır.
Toplumsal cinsiyet rollerinin bireylerin hayatına ilişkin dayatmaları ise çoğunlukla kadınlara
yöneliktir. Bir kadının, belli ölçülerde giyinmesi, belli mesleklere sahip olmasının cinsiyeti ile
uyumsuz görülmesi, mutlaka anne olması gerekliliği, çocuklarıyla olan ilişkisine ve onları yetiştirme
anlayışına ilişkin kalıplaşmış beklentiler, yaşam tarzına ilişkin ahlak ölçütleri gerekçe gösterilerek öne
sürülen kısıtlamalar esasen toplumsal cinsiyet anlayışının kadınlar üzerinde uyguladığı baskılardır. Bu
baskılar neticesinde örneğin anne olmayı tercih etmeyen hatta tıbbi nedenlerle anne olamayan kadın,
her türlü psikolojik baskı ve aşağılanmaya maruz kalmaktadır. Geç sayılabilecek bir saatte dışarı
çıkan, alkol alan bir kadın toplum tarafından ahlaksızlıkla suçlanmakta hatta bir suçun mağduru

olduğunda bu ahlaksızlık yaftalaması nedeniyle etkin soruşturma yürütülemez hale gelmektedir. Zira,
bahsi geçen suçların soruşturma makamı ile kolluk personeli de toplumun mensubudur. Toplumsal
cinsiyet rollerinin dayatmaları ile görevlerini ifa etmeleri, etkin soruşturma yürütülmesi ve suçluların
cezalandırılmasının önünde bir engel haline gelmektedir. İşte İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkan ve
sözleşmenin bireyleri “cinsiyetsizleştirdiğini” savunan güruh aslında işbu toplumsal cinsiyet rollerini
savunmakta ve bu rollerde kendilerine sağlanan üstünlüğü korumaya çalışmaktadır. Bu argümanlarını
ise, büyük bir çoğunluğu Müslüman olan toplumumuza “eşcinsellik” tabusu üzerinden anlatmakta ve
toplumdan destek göreceklerini düşündükleri eşcinsellik karşıtlığı ile sözleşmeyi bir günah keçisi
haline getirmeyi hedeflemektedir. Ayrıca sözleşme karşıtı güruhun sürekli tekrarladığı bir söylem
olarak “LGBTİ meşrulaştırılıyor” söylemi de oldukça sakıncalı ve ülkenin ceza kanunlarını yok sayan
bir söylemdir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Ceza Kanunları gereği suç ve cezalar yalnızca
kanunla belirlenmektedir. Kanunlarda açıkça suç olarak tanımlanmamış bir eylemin suç olması
mümkün olmadığı gibi, herhangi bir eylem atfı olmaksızın bir kimsenin yalnızca cinsel yönelimi
nedeniyle peşinen meşruiyet sınırları dışına itilmesi de kabul edilebilir değildir. Sözleşme karşıtları ise
LGBTİ bireyleri, cinsel yönelimleri ve yaşam anlayışlarıyla bir bütün olarak gayrimeşru olarak
adlandırmaktadır. Söz konusu söylemin sahipleri kendi inanç ve ahlak anlayışlarını başkalarını suçlu
gösterecek seviyede bir baskı aracı olarak kullanmayı kendilerine hak gördükleri gibi, toplumun bir
kesiminin sürekli olarak aşağılanmasına da neden olmaktadır.
İstanbul Sözleşmesi karşıtlarının bir başka argümanı ise, sözleşmenin kadına yönelik şiddet ve kadın
cinayetleri konusunda hiçbir etki sağlamadığı, hatta sözleşme kabul edildiği günden bu yana kadın
cinayetlerinde artış yaşandığı şeklindeki söylemleridir. Karşıtların, ne gariptir ki sözleşmenin
savunucusu olan kadın örgütlerinden temin ettikleri rakamlarla altını doldurmaya çalıştıkları bu
söylem esasen sığ bir bakış açısından öteye gitmemektedir. Sözleşme karşıtlarının beyanlarının aksine,
İstanbul Sözleşmesi uygulandığı için değil, eksik uygulandığı için kadınlara yönelik koruma ve
önleme tedbirleri sonuçsuz kalmakta, kadın cinayetlerinin önüne geçilememektedir. Yine, sözleşme
karşıtlarının yukarıda detaylarıyla izah edilen, toplumsal cinsiyet eşitliği kavramına düşman tavırları
ile bu zihniyetin öğretileri, kadınlara yönelik şiddetin temel motivasyonunu yaratmaktadır.
Bu durum İstanbul Sözleşmesi’ne taraf ülkeleri izleme komisyonu olan GREVIO’nun Türkiye
raporuna da açıkça yansımıştır. 15 Ekim 2018’de yayımlanan ve Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler
Bakanlığı resmi internet sitesinde hala mevcut olan raporda, GREVIO kamu politikalarının kadın-
erkek eşitliği ve kadınlara yönelik şiddet üzerindeki potansiyel etkisine dair sistematik ve
derinlemesine değerlendirme olmamasına vurgu yapılmıştır. Rapor bütün olarak incelendiğinde kadına
yönelik şiddetin son bulması için kanunların çıkarıldığını ancak genel nitelikteki politikalar ve
uygulayıcılar nedeniyle beklenen ilerlemenin kaydedilemediğinin tespit edildiği görülmektedir.
Bununla birlikte GREVIO Türkiye’de kadınlara yüklenen anne ve bakıcı gibi geleneksel rollere
öncelik verilmesi gibi faktörlerin, şiddetle mücadelenin önünde engel oluşturduğunu ifade etmektedir
ki, raporun yayımlandığı 2018 yılı Ekim ayının üzerinden geçen 2 yılda Türkiye İstanbul Sözleşmesi

karşıtlarının argümanlarını büyük ölçüde toplumsal cinsiyet rolleri üzerine kurduğu açıkça
görülmektedir. Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliğini, dini ve kültürel gerekçeler göstererek ısrarla
reddeden güruhun sesi bugün daha gür çıkmakta ve sözleşmeyi savunanlara hakaretler
yağdırılmaktadır. Bu durum Türkiye’ye 2018 yılında toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki
farkındalığı artırmak için çalışmalar yapmasını tavsiye eden GREVIO’nun tavsiyelerinde haklı
olduğunu gösterdiği gibi, gelinen aşamada Türkiye’nin tam aksi yönde politikalar geliştirmekte
olduğunun da en açık göstergesidir.
Ayrıca sözleşmenin uygulanmasındaki bir başka sorun da Türkiye’nin kadına yönelik şiddete ilişkin
verilerin bir kısmını toplamaması ve dolayısıyla GREVIO ile paylaşmamasıdır. İşbu durum rapora
“Bununla birlikte, GREVIO, yetkili makamların 6284 sayılı Kanunun uygulanmasına ilişkin veriler
dışında mevcut idari veri elde edilmesi ve iletilmesi konusunda değerlendirme prosedürünü fırsat
olarak değerlendirememesini üzüntüyle karşılar. Cezai suç faillerinin soruşturulması, kovuşturulması
ve cezalandırılmasına ilişkin hukuki verilerin elde edilememesi, yetkili makamların mahkumiyet
oranlarını izleme ve böylelikle kanunların kolluk birimleri, kovuşturma hizmetleri ve mahkemelerce
uygulanmasını etkin bir şekilde izleme gücünün önünde ciddi bir engeldir. Bu tür veriler, Sözleşme’nin
5. Maddesi gereğince gereken özeni gösterme yükümlülüğünün yetkili makamlarca ne derece yerine
getirildiğinin değerlendirilmesi için de zaruridir. İlgili veriler bulunmamasına rağmen, GREVIO
mağdurları koruma konusunda devlet sisteminin başarısızlığının bazen Türkiye’de kadınların yeniden
mağduriyeti ve/veya ikincil mağduriyetine sebep olabildiğini ileri sürecek yeterli delil olduğunu
saptamıştır.” Özetle GREVIO Türkiye’nin ceza yargılamaları konusunda hukuki verileri
toplamadığını, bu durumun da yetkili makamların sözleşmeye uygun hareket etme konusunda gerekli
özeni göstermediği sonucunu doğurabileceğini söylemektedir. Yıllar içerisinde kadın cinayetlerinde
yaşanan artış, kadın hareketlerine yönelik öfke ise GREVIO’nun tespitinin yerinde olduğunun bir
kanıtı olarak gözler önünde durmaktadır.
Özetle Türkiye yıllar içerisinde savrularak geldiği ideolojik noktada, büyük mutabakat ve hoşgörü
atmosferinde, birbirine teşekkürler ve övgüler yağdıran her siyasi görüşten milletvekillerinin olduğu
bir oturumda kabul ettiği İstanbul Sözleşmesi için, ilk aşamada bir takım düzenlemeler yapmış olsa da
sözleşmeyi hiçbir zaman tam ve gereği gibi uygulamamıştır. Gelinen aşamada ise artarak devam eden
baskıcı, temel hak ve hürriyetleri ihlal eden politik uygulamalar kadınlar üzerindeki etkisini de
göstermiş, İstanbul Sözleşmesi hedef tahtasına oturtulmuştur. Senelerce OHAL KHK’ları ile yönetilen
Türkiye’de temel hak ve özgürlüklerin oldu bittiye getirilen yasal düzenlemelerle kısıtlanması
alışkanlık haline getirilmiştir. Bu politik tablonun bir yansıması olarak İstanbul Sözleşmesi’ne
gösterilen tepkiler, toplumun gelenek ve inançları sömürülerek yapılan kara propaganda ile
artırılmakta ve bu yolla oluşan suni gündemlerle gerçek adalet talepleri halı altına süpürülmektedir. Bu
noktada hayati önem taşıyan İstanbul Sözleşmesi’nin tam olarak uygulanmasının gerekliliği, yapılan
tüm hukuk dışı müdahalelere rağmen savunulmaya devam edilmektedir. Yapılması gereken de budur

zira unutulmamalı ki; İstanbul Sözleşmesi yaşatır. İstanbul Sözleşmesi’ni yaşatalım ki kadınlar
yaşasın…